Pazartesi, Kasım 25, 2024

Kayalı Yazıdı…

Ceylan Kayalı´nın 1990-1993 yılları arasında yazdığı ve basıma hazır kitabını
www. emirdagdahaber.net okuyucuları için yayınlıyor.
 Her gün bölüm bölüm yayınlanacak olan kitabın ilk bölümü şimdi…..
Gecenin zalim karanlığını yırtan ufuktaki cılız aydınlık Ankara kalesinin görkemini ortaya çıkarıyordu.
Ulusumun kahramanlık timsali olan bu yapıdan yansıyan ışıklar Ankara merkez garajının önüne düşüyordu. Kaldırımda siyah ceketli, siyah pantolonlu, siyah ayakkabı giyimli, 40 yaşlarında saçları hafif seyrek, elleri cebinde bir adam duruyordu. Kaldırımın üzerinde hafif yaylanarak sağa döndü, yürümeye başladı.
Düşünceli hali vardı. Kaldırım boyunca bir ileri bir geri gidip geliyordu. Işık huzmeleri kuvvetlendikçe dünya aydınlanıyordu. Duvar kenarlarına dikilmiş bodur çam ağaçları görüntü vermeye başladılar.
Üzerleri hafif donmuş su taneleri ile bezenmişti. Duvarların üzerindeki bembeyaz kar yığınları ayrı bir güzellik katıyordu. Yolcular telaşla dolmuş taksilere binerek evlerine gidiyorlardı. Garajın önü gittikçe kalabalıklaşıyordu.
Kara giyimli adam garajın iç kısmına girdi, iki adet valizini alıp emanetçiye doğru yöneldi. Emanete eşyalarını teslim etti. Geriye döndüğünde gökyüzü tam aydınlanmış, yeni bir hayat başlamıştı. Kalabalık daha da artmış, insanların hareketleri hızlanmıştı. Kara giyimli adam garajın dışına doğru yürüdü.
Belli ki otobüse binecekti. Durağa kadar yürümeyi sürdürdü. Durakta durdu. Etrafına bakınmaya başladı. Ulus yönüne giden otobüse ön kapısından bindi. Otobüs hareket etti, garaj geride kalmaya başlamıştı. Adam sağ tarafta oturuyordu. Kafasını da sağ tarafa döndürüp, bakınmaya başlamıştı. Geçlik parkı karşısında bütün haşmeti ile duruyordu. Bazı ağaçların kollarında bembeyaz kar kütleleri yerleşmişti, yer yer buz sarkıtları da eşlik ediyordu.
Çam ağaçlarının saçları kırlaşmış, yeşil kollarına beyaz kar taneleri güzellik katıyor, tabiatın canlılarının birbirine tahammülünü anlatır gibi gösteriyordu. Sanki tabiat canlı cansız nebatatın birbirine uyumlu olmasını, tahammül etmesini öğütlüyordu. Eğer yaşam süreci içinde canlı cansız varlıklar birlik beraber olursa daha kuvvetli, daha uyumlu, daha bir iri olacak, dünya döndükçe mutluluğunu diğer gezegenlere anlatacak gibi görünüyordu.
Otobüs yokuşu tırmanıyordu. Biraz sonra Ulus durağına varıp, yerini aldı. Yolcular ayağa kalktılar yavaş yavaş arkaya doğru ilerlediler. Kara giysili adam da yolculara uydu, o da geriye yürüdü. Kapıdan dışarı doğru yürürdü, merdivenlerden inerek dışarı çıktı. Vatandaşlar da balık tutağı aşağı indi. Kaldırımlar sulu karla kaplanmıştı. Kirli gri renkte, yer yer kahverengi kirli su birikintileri ile kaplıydı. Binaların yüksekliğinden tavanlarını görmek mümkün olmuyordu. Kaldırım üstündeki büfenin önünde gazeteler sıralanmış halde idi.
Kara giyimli adam dikkatle gazete başlıklarını izledi. Başlığın birinde “doğu kara teslim, otobüsler gidemiyor, uçaklar havaalanlarına inemiyor” ‘diye yazıyordu. Kafasını sağa sola sallayarak, üzüldüğünü belli ediyordu. Karşı kaldırıma yürüdü. Amacı meydana ulaşmaktı. Yürüdü, yürüdü. Ulus meydanına geldi, durdu. Şöyle bir başını kaldırdı, baktı. Yüce Atatürk tüm haşmeti ile atını şahlandırmış ’hedefiniz Akdeniz’dir ileri’ diyordu. Atın şahlanışı, atın kişnemesi meydanı çınlatıyordu. Her yer tekrar er meydanı olmuştu.
Askerlerin o heybetli mağrur duruşları kara giyimli adamı hayretler içinde bırakıyordu. Baktıkça gözlerinden yaş geliyor heyecanını saklayamıyordu. Belli ki Anadolu’nun kurtuluş günleri onda derin izler bırakmıştı. Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişini babası eğitmen Gazi Kayalı’dan dinlemişti. “Oğlum 10 yaşında idim.
Atatürk ve Kazım Karabekir Paşa daha savaş halinde iken, ülkemiz Sakarya savaşından hemen sonra savaşlarda şehit olanların çocukları için Himayetfal dernekleri kurmuş, bu çocukların bazıları zengin çocuksuz ailelere evlatlık verilirken bazıları da Kayseri Zincidere’deki yetim yurduna veriliyordu. Ben o günlerde 10 yaşında idim. Başım bitten dolayı kel olmuştu. Saçım dökülmüş, kafa derim vıcık yara idi.
Bizi Emirdağ İlçesi Maçaklı köyünden aldılar. Atlı arabaya bindik. Benim gibi şehit çocuklarını köylerden topladılar. Beş altı araba çocuk toplandı. Sakarya’dan geçerken parçalanmış cesetlerin, parçalanmış top arabalarının içinden geçtik. Henüz daha ortalık ağır bir koku içinde idi. Arabamızla o zaman köy gibi olan Angara’ya geldik. Bizi Himayetfal’a yerleştirdiler. Yıkayıp temizlediler. Saçı uzun olanların saçlarını kestiler. Beni de yıkadılar ama başım yara içinde idi. Ertesi günü görücüye çıktık. Angara’nın zengin hanımları gelmişti.
Hepsi birer çocuk seçiyordu. Birkaç kişi seçilemedik. Aradan bir zaman geçti; bana doğru topacık bir kadın yaklaştı. Beni alacağını söyledi hanım arkadaşına.” “Bacım bu kel çocuğu ben alacağım.” “Olmaz Fatma gız, görmeyonmu o çocuk kel.” “Olsun ben onu tedavi ederim.” “Peki öyle ise. Seninle tartışılmaz.” “Hadi gidelim aslanım. Senin adın nedir.” “Gazi gelin bacı.” “Ne güzel adın varmış be aslanım.” “Sağ ol gelin bacı.” Eve vardıklarında, ikinci kata çıkarlar.
Ev zengin evi olduğundan hane şeklinde bir konaktı. Her taraf halı ile kaplı idi. Şirvan halısı, Tahran halısı, Türkmen halısı ile yerler bezeliydi. Babam olacak insan halı tüccarı idi. Annem Fatma hanım kendi elleri ile beni yıkadı. Biraz sonra eritilmiş sıcak zifti başıma doladı. Zift başımda tas gibiydi. İki günde bir bu eziyete katlandım.
Başımdaki vıcık yara bitmiş, kafa derim gümüş gibi parlıyordu. Seviniyordum kendi kendime, Mustafa Kemal Paşayı bir görsem ah ayaklarına sarılıp “ey yüce paşam senin gayende kafam iyileşti, sağ ol var ol diyecektim.” Her yerden top sesleri duyuluyordu. Angara’nın her tarafında askerler kol geziyor, Yunan gavuru ile yapılan savaşlar, muharebeler anlatılıyor, bizde heyecanla dinliyorduk. Benim başım iyileşmişti.
Artık Angara’da gezebiliyordum. Bir gün Mustafa Kemal Paşa’nın istasyondan Ulusa geleceğini duyduk, koştuk. Her yerde insanlar sıraya girmiş atamızı bekliyordu. Seymenler heyecanla oynarken yollar halı ile döşenmişti. Sarı saçlı, mavi gözlü, orta boylu bir paşa idi. Ancak bakabildim. Yanına yaklaşamadım. Herkes haykırıyordu, “yaşa paşam, ya istiklal ya ölüm” derken herkes hıçkırıklarla ağlıyor, ağlıyordu.
Aradan hayli bir zaman geçti. Arada Himayetfal’a da uğruyordum. Yeni ailem bana çok iyi bakıyordu. Okula göndereceklerini söylüyorlardı. (Devamı Yarın)

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
RELATED ARTICLES
- Advertisment -

Most Popular

Recent Comments