“Taverna büyük sayılabilecek bahçeye sahip ve bahçenin tamamı dut ağaçları ile kaplı, tahta masalar ve hasır sandalyelerle donatılmıştı..
Kapının girişindeki ilk masaya oturduk ve gelen garson bayana çay siparişimizi verip beklerken bahçenin en köşesinde bulunan masada oturan yaşlı insanları seyretmeye koyuldum..
Aralarında konuşuyorlar, zaman zaman da meraklı gözlerle bizleri süzüyorlardı..
Gelen çaylarımızı henüz yudumlamaya başlamıştık ki içlerinden bir tanesi ağır adımlarla bize yaklaştı ve elindeki bastonuyla bizi işaret ederek, “Heyyyy, size söylüyorum, siz Türksünüz” diye seslendi, cevap vermedim..
Aynı sözünü yineledi ve arkadaşlarını elindeki bastonuyla göstererek, “Bakın, onlar sizin İtalyan olduğunuzu söylüyor ama ben sizin Türk olduğunuzu hemen anladım.” diye sözlerine devam etti..
Bu sözler karşısında heyecanlanmıştım ve hemen sordum, “Türk olduğumuzu nasıl anladın?”, “Türkiye’de çok çay içilir, bütün kahvelerde çay vardır. Orada herkes çay içer, sizde tavernaya girdiniz ve çay istediniz, eminim ki Türksünüz….”
ilginç bir tespitti benim için, Türk olduğumuzu ve gezi amaçlı geldiğimizi belirttim..
Nereli olduğumuzu sordu sert bir biçimde, İzmir’liyiz deyince ses tonu bir anda yumuşadı..
Neresindensiniz diye sorularına devam etti, Foçalı olduğumuzu söyleyince adeta boynuma atladı ve sarıldı..
Unuttuğu yarım Türkçesiyle, “Yuvrumi ben sabahları yatağımdan kalkınca önce Foça’ya bakardım. Benim vatanım Foça ile karşı karşıyaydı, ben Karaburun’luyum. Bana burada da Karaburunlu Morakis derler” diye sözlerine devam ederken masamıza oturmasını rica ettim..
Morakis sandalyesine otururken sözlerine devam ediyordu… “Ben Karaburun’da doğdum, 13 yaşımda buraya geldim, buraları Karaburun’a hiç benzemiyor, burada kalıyoruz ama aklımız hep Karaburun’da evimde, arkadaşlarımda, İzmir’de … Oraları hep aklımızda” ayağa kalktı ve en köşede oturan arkadaşlarına seslendi “ Heyyy gelin buraya, bunlar bizden bee. Anadolu insanı bunlarda, misafirlerimiz” diyerek diğer arkadaşlarını masamıza davet etti..
Tanışıyoruz gelenlerle, Nikos Paterakis, Manolis Marinakis, Palegos Skapetis, Iraklis Spiridakis. Hepside Çeşme Reisdereli. Onlarda Çeşme’nin Reis Dere Köyü’nü soruyorlar bizlere..
Güzel bir diyalog oluşuyor, hemen kaynaşıyoruz. Eski anılar tazeleniyor, vatan hikayeleri ve kaybolan yaşamlar, İzmir’in panayırları konuşulurken bir anda Morakis’in yanık sesinden bir türkü dinliyoruz, diğer Çeşme mübadilleri de ona eşlik ediyor, “İzmir’de yedim baklavayı, Karaburun’da yedim sopayı” türkü bitince Morakis bizlere soruyor: “Bu türkü daha dinleniyor mu?” Ona böyle bir türküyü hiç duymadığımı söylüyorum, hüzünleniyor, “Yaaa, artık bizim türkülerimizde unutulmuş İzmir’de” diye hayıflanıyor. Türkünün bestekarının babası olduğunu ve mübadele öncesi İzmir’de çok bilinen bir türkü olduğunu anlatıyor bizlere..
Bu arada hava iyice serinlemişti. Müsaade istedik olmaz dedi Karaburunlu Morakis. “Size yemek yedirmeden bir yere göndermem.” tavernanın kapalı kısmına geçiyoruz, masa hazırlanıyor bizler sohbetimize devam ediyoruz..
Morakis unutmadığı türküleri Türkçe olarak söylüyor bizlere…
İzmir in kavakları, Karabiberim gibi türküleri dinliyoruz..
Yemeğimizi bitirirken Morakis’e vatanına hiç gittin mi, görebildin mi diye soruyorum, gözlerimin içine bakıyor hüzünlü bir şekilde, adeta bana bu soruyu sorma der gibi anlıyorum..
Benimki belki de lüzumsuz bir soru..
Vedalaşıyoruz, yarın adadan ayrılacağımızı söylüyorum..
Bana niçin adaya daha önce gelmediniz, niçin sizlerle çok daha önce tanışabilme imkanımız olmadı diyor..
Yine geleceğimizi söylüyorum, Karaburun’dan bir isteği olup olmadığını soruyorum, “Var” diye cevap veriyor..
Benden bir dahaki gelişimde biraz toprak ve bir şişede su getirmemi istiyor..
Morakis’in ne yapmak istediğini anlıyorum, kimin için istiyorsun diye sorduğumda benim için malum cevap geliyor hemen….. “Annemin ve babamın mezarına serpmek için diyor..” biliyorum der gibi bakıyorum Morakis’e muhakkak getireceğimi söyleyerek ayrılıyoruz..
Ertesi gün akşamüzeri Myrina’dan hareket eden vapurla Midilli Adası ve daha sonra da Türkiye’ye dönüş yapıyoruz..
Karaburun’lu Morakis’in konuşmalarından etkilenmiş olacağım ki hep bir an önce Karaburun’a gidip, onun benden istediklerini yapma arzusu geliyor içimden..
Yeni gezi programımızın tarihi kesinlik kazanınca arabamla Karaburun’a gidip bol bol fotoğraf çekiyor ve istediği su ve toprağı alıyorum..
Ayrıca Morakis ve arkadaşları için İzmir’den bolca hediye almayı da ihmal etmiyorum..
Ayvalık’tan bindiğimiz gemi ile önce Midilli Adası’na ve oradan da Limni Adası’na geçip otelimize yerleşiyoruz..
Guruptaki arkadaşlarım odalarında istirahat ederlerken, kiralamış olduğum taksi ile Ayos Dimitrios Köyü’nün yoluna koyuluyorum..
Tavernanın önünde taksiden inip tavernaya giriyorum tavernada bulunan bayan garsona Morakis’i soruyorum, aldığım cevap hiç aklıma gelmeyen bir şeydi; Morakis 4 ay önce vefat etmişti. Şaşkın bir vaziyette ne yapacağımı düşünüyorum, aklıma Karaburun’lu Morakisİin arkadaşlarından birine ulaşmak geliyor. İraklis Spiridakis’in evininin yerini öğrenip onun yanına gidiyorum..
Spiridakis ile evinin avlusunda karşılaşıyorum, avluda sohbet ederken Karaburun’lu Morakis’i soruyorum..
Yine aynı cevap… Morakis ölmüştü. Derin bir düşünceye dalıyorum ve konuyu Spiridakis’e anlatıyorum..
Üzülüyor ve bana yarın beraberce mezarlığa gidip getirmiş olduğum su ve toprağı Morakis’in mezarına beraberce koymamızı teklif ediyor..
Kabul ediyorum ve öylede yapıyoruz.Mübadelede, yaşanan acıların bir daha yaşanmaması dileklerimle…."