Bir kimse, bir hâl veya nesnenin başka bir kişi veya şey üzerindeki tesirine genel anlamda ‘etki’ diyoruz.
Kişi, durum ve nesne bizi kuvvetli bir biçimde etkiler, bize etki eder, etkisini belli eder. Bu etki doğrudan olabileceği gibi dolaylı da olur. Etkinin şekli/derecesi/önemi… ilgi alanımız, ahlak anlayışımız, değer hükümlerimize göredir.
Günlük hayatta etkisi altında kaldıklarımız, çoğu kere sosyal hayatımızın belirleyicisi olur. Geçenlerde gördüğüm bir karikatür, beni, epey etkiledi. Cami avlusunda musalla taşındaki cenazenin katılımcısı oldukça az. Tabut başında iki kişi konuşuyor. Biri diğerine ‘sosyal medyada binlerce arkadaşı vardı’ derken diğerinde cevap sadece ‘soru işareti ve ünlem.’
‘Sosyal medya’ kavramı aldı götürdü beni. Elektronik kelepçelerimizle yaşıyoruz. Evde, iş yerinde cereyan kesilince hayat duruyor sanki. İletişim becerilerimiz iflas ediyor. Kendimize de söz geçiremiyoruz. Kendimize yetemiyoruz. Gündelik hayatın akışı tamamen bozuluyor. Kendimizi dinleyebilmek, kendimizle konuşabilmek için doğan fırsat ve imkân yetersiz kalıyor; hatta işe yaramıyor hiç.
Bir alete bağlı olmadan yaşayamıyoruz sanki. Emziği ağzından alınmış çocuklar gibi masumlaşıveriyoruz. Telefon, bilgisayar vb. akıllı aletler olan aklımızı alıyor sanki. Sohbet, muhabbet bizim için değil sanki. Okumak, bize hiç yakışmıyor sanki
Öncelikli ihtiyaçları karşılamada zorlanıyoruz. Elektronik kelepçe; düşünceyi, tefekkürü, hayal gücünü alt üst ediyor; zihin gücünü yetersizleştiriyor; beden gücünü sekteye uğratıyor; sosyal çevreyi, her geçen gün azaltıyor, gittikçe yalnızlaştırıyor.
İnsani değerlerimizi gitgide yitiriyoruz.
Ne kadar sosyalleşebildiğimizi bir türlü anlayamadığımız sosyal medya ile hepimizin başı dertte. Herkes bunun sorumlusunu arıyor. Bütün bunlar olurken problemin biz mi zaman mı mekân mı olduğunun farkına varamıyoruz. Suçlama oyunu başlıyor hemen. İğneyi kendimize bir türlü batıramıyoruz.
Hayatımızda yaşadığımız bu boşlukları kapatabilecek miyiz ki?
Her şeyin çok hızla tüketildiği günleri yaşıyoruz. Teknolojik gelişmelerin ardından yetişebilmek herkesin harcı gibi görünmüyor bana.
Ne kadar ‘insan’ oluyoruz klavyelerde, klavyelerde ne kadar kendimiz gibiyiz? Kendimizle yüzleşebiliyor muyuz orada?! Korkularımızdan sıyrılabiliyor muyuz tuşlar arasında?!
Olmayı istediği kişilikleriyle boy gösteren ‘arkadaşlarımız’ da bizim gibi elbette.
Sosyal medyada en aktif olanlar, sürekli mutluluk tabloları çizen, farklı görünme/gösterme çabalarıyla tatmin olduğunu zanneden/tatmin olmaya çalışan(!) kişiler biz(ler)değil miyiz?!
Bir telefon kadar yakın olanlara sosyal medya mesajları ile ulaşan insanlar(!), sosyal medyanın hızlı(!) takipçileri biz(ler) değil miyiz?
Bu düşüncelere daldırmışken insanların yalnız kalmaya da ihtiyaçları olduğunu bana göre en iyi anlatan aşağıdaki paragraf zihnimde canlanıverdi: “İnsanın mümkünse karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı ama saadetini yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe arayıp bularak gerçek hürriyetimizi, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada yabancı hiç bir misafire yer vermeksizin kendi kendimizle her gün baş başa verip dertleşmeliyiz. Karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki hepsini kaybetmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak, bizim için yeni bir şey olmamalı. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir, kendi kendisiyle çekiş döğüş, alış veriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağını bilemez oluruz diye korkmamalıyız.”
Evet, mutluluğun sadece aileye, paraya, sağlığa bağlanması halinde ortaya çıkacak sonuçlara ne kadar hazırız?
‘Yabancı misafirler’e nasıl katlanacağız?
Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuzu kim(ler), nasıl tatmin edecek ki?!