Bu yolda herkes bir, ey delikanlı
Diriler şerefli, ölüler şanlı
Yurt için dövüşen başı dumanlı
Her zaman bu şandan, o şana gider
Okudum; bir daha, bir daha, bir daha okudum dörtlüğü…
Neydi bu şan, neydi bu nam, neydi bu ün? Neydi bu meşhurluk!
Ve zihnimde arka arkaya sorular da sorular…
Cevaplı sorular, cevapsız sorular, cevap gerektirmeyen sorular, muhatabının cevaptan kaçtığı sorular, cevabı içinde sorular; açıklamalı sorular, doğru yanlış sorular, düşündürücü sorular, net sorular, dolaylı sorular; öğrenici sorular, gereksizliğine inanmadığım sorular,… Sorular… Sorular.
Meşhur olan güçlü müdür, meşhur olan değerli midir, meşhur olan mensubu olduğu çevrenin değerlerine bağlı mıdır hiç bilemem.
Kim nasıl şan kazanmıştır, kim nasıl ünlendirilmiştir, kimin namı kimlerle daha da artmıştır onu da tam kestiremem.
Başkalarından daha başka işler başaranlar mı daha tanınır olur o konuyu da tam bilemiyorum.
Büyüklük, zenginlik, şan ve şöhret belirleyicisi midir ki.
Haklı şöhretleri takdir edenler de şöhret kazanırlar mı ki.
Büyük bir makama yükselmek, artık ünlü olmak demek mi ki.
Kendince önemli işler başarmak ünlü olmanın başlangıcı mıdır ki.
Herhangi bir sebeple herhangi bir şekilde herhangi bir şey ile ünlenenlerin önlerinde o konu ile ilgili rehberleri var mıdır ki.
Ününü sadece kendine borçlu kaç ünlü var ki.
Para, mal, mülk, mevki, makam vb. kendileri geçici olduğu gibi bunların getirdiği şöhret de mi geçici ki.
Başkaları tarafından bize gösterilen saygı ve verilen değer de kendimize verdiğimizi değer de bu işlerde ne kadar rol oynuyor ki.
Şöhret insanı belli şeylere mahkûm etmiyor mu? Şöhretin mahkûmiyeti, kişiyi örselemiyor mu ki!
Yükseltilen yerde ya da yükselinenyerde layıkıyla kalabilmek, her babayiğidin harcı değil.
Üne kavuşmak, ün kazanıp ününü her yana yaymak, ün salmak;her yerde tanınır olmak,herkesçe bilinipnam almak,nam kazanmak;şan şöhret kazanmak, herkesçe bilinir duruma gelmek hemen herkesin kaldıracağı bir yük değil.
Şanına layık olabilmek, büyüklüğüne ve durumuna göre yaraşır şekilde davranabilmek hiç de kolay değil.
Çabuk ineceğini bilemeden çabuk yükselenin davranışlarını kontrol edebilmesi çok zor.
Gölgede kalanın gölgesi olmayacağını hesap edemeyenin işi zorunda zoru…
Şöhret kapısı açılanın bu kapıyı hangi rüzgârın kapatacağını bilip bilememesi, işin püf noktası elbette.
Ününü halka yansıtamayanın hangi dağın yamacına çarpacağını bilememesi, işin ilginç bir boyutu elbette!
Kişinin geçtiği yollardaki izleri iyi kavraması, bu yollardan geçerken de kendinin iz bırakabilmesi işin en güzel yanı elbette.
‘İnsanlar dünyada çabuk yükselenlere değer verirler. Hâlbuki hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselemez.’ esasını unutamamak güzeller güzeli bir prensip elbette.
İyi bir üne sahip olmanın, bu ünü yerli yerinde kullanmanın hazzı, hiçbir şeyde yok elbette.
Unutmayalım. ‘Şerefle bitirmeğe mecbur olduğumuz en ağır vazife, hayattır.’
İşin ucunda aşağıdaki kıssa gibi olmak da var.
Olsun varsın, gam yok…
Her şeye rağmen namımız yürüsün yeter demek de mümkün elbette.
“Çobanın birisi Bolu dağlarında koyunlarını otlatırken karşıdan birisi çıkagelir. ‘Bana şöyle iyilerinden iki koyun ver, para istemek de yok sakın ha’ der. Çoban; ‘Niye verecekmişim ki. Ben zaten koyunların sahibi değilim, çobanıyım ben.’ deyince gelen kişi, ‘Sen beni tanımadın herhalde. Ben Köroğlu’yum.’ der.
Çoban bunun üzerine ‘Çek git başımdan, kandıracak beni mi buldun, sen Köroğlu olsan kendin mi gelirsin. İki değil yirmi koyun almak için Köroğlu’nun selamı yeter’ der.””
Namın Yürüsün
Prof. Dr. Sadettin Yıldız öğretmenimin sosyal medyada sayfasındaki paylaşımı aşağıdaki Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait dörtlük, beni derinden etkiledi: