Sevmiyorum seni artık gözlerimi geri ver…

Ankara Körler Okulu öğrencilerinin ünlü ses sanatçısı Zeki Müren’e ne denli hayran olduklarını. Köşk Gazinosu’ndaki programı nedeniyle Ankara’ya bir gelişinde, çocuklara bir sürpriz yapmak istedim. Ve insansal yönünü yakından tanıdığım Zeki Müren’den, açık açık bir istekte bulundum:

0
450

Ankara’da bulunacağınız bu bir ay içinde, acaba bir iki saatinizi Körler Okulu öğrencileri için ayırır mısınız?” dedim. “Çocuklar sizi okullarında görmeyi ve kendilerine bir konuşma yapmanızı istiyorlar.

Zeki Müren çocukların bu davetini kabul etti. “Görme engelli” çocukların kendisini “görmek” ve sonra da konuşma yapmasını istemeleri karşısında çok duygulandığını söyledi.
“Konuşma yapmam isteğiyle aslında ilk kez karşılaşıyorum” dedi. “Benden genellikle konuşma yapmam değil de, şarkı söylemem istenir hep…”

Körler Okulu öğrencilerinin bu konudaki görüşlerini biliyordum.
“Radyolardan ve plaklardan şarkılarınızı devamlı dinliyorlar, sesinizi çok yakından tanıyorlarmış ama…” dedim. “Sizle ilgili öğrenmek istedikleri o kadar çok şey varmış ki kafalarında… Size o konularda soru sormak, yanıtlarını da sizden duymak istiyorlarmış.”
Körler Okulu öğrencilerinin bir isteklerini daha, hem de kendi sözcükleriyle ilettim Zeki Müren’e: “Önemli bir istekleri daha var çocukların” dedim. “Sizi bir de görüp, yakından da tanımak istiyorlar.”

Kör öğrencilerin, kendisini “görmek” ve kendisini “yakından da tanımak” isteklerini duyunca Zeki Müren’in birden nasıl sarsıldığı, sonra donmuşçasına bir süre nasıl hareketsiz kaldığı, taaa 1967 yılının o günkü canlılığıyla, şu anda da gözlerimin önündedir. Kesin kararını o an verdi: “İsterseniz, çocukları daha fazla bekletmiş olmayalım” dedi. “Haydi bu cumartesi günü, yani üç gün sonra yapalım bu işi…”

“Milli Eğitim Ailesi” içinde “öğretici” kimliğinden bile önde gelen “eğitici” kimliğiyle tanınan ve çok kişi tarafından bu özelliğiyle şimdi de rahmetle anılan Şahap Akıllıoğlu, 1967 yılında Ankara Körler Okulu’nun yalnızca müdürü değil, okulun 300 öğrencisinin babasıydı da… Zeki Müren çapında bir büyük sanatçının, görmeyen çocuklarının isteklerini ciddiye alıp, onların içtenlikli davetine içtenlikle karşılık vereceği haberini duyunca müdür Şahap Akıllıoğlu, bu “ağır misafiri”, ağırlığına yakışır bir ağırlıkla ağırlamaya karar verdi.

Zeki Müren okula geldiğinde hiçbir öğrenci, bahçede ve koridorlarda olmayacak, bu değerli konuğun çevresini sararak kendisini asla rahatsız etmeyecekti. Yapacağı konuşmadan sonra isteyen her öğrenci Zeki Müren’e soru sorabilecekti ama, bir öğrencinin sorusu bitmeden başka bir öğrenci soru sormayacaktı.
Soru sormak isteyen her öğrenci yalnızca parmak kaldıracaktı, fakat asla “Ben, ben… Benim de bir sorum var” diyerek gürültü yapmayacaktı. Hiçbir öğrenci, gereksiz hareketler ya da gürültü yaparak değerli konuğun canını sıkmayacak, bu daveti kabul ettiğine onu, pişman etmeyecekti.
Öğrencilerin, Zeki Müren’i “görme” haklarını kullanabilmeleri için ise özel bir yöntem uygulanacaktı.

Öğrenciler, aralarından beş kişilik bir kurul seçecekler ve Zeki Müren’i tüm öğrenciler adına “görmek” görevi, bu beş kişiye verilecekti. Onlar “gördüklerini” daha sonra öteki öğrencilere “gösterecekler”di.

Ankara Körler Okulu’nun yedi yaşından onyedi yaşma kadar kızlı erkekli tüm öğrencileri, Zeki Müren’in geleceği cumartesi günü okulun konser salonundaki yerlerini almışlar, tam bir saat sonra geleceği bildirilen konuklarını bir saat süreyle “çıt” çıkarmadan beklemeye başlamışlardı.

Zeki Müren, bir süre dinlenmesi için müdür odasına alındı. Odanın girişinde, ikisi kız, beş öğrenci, denetlenmeye hazır şeref kıtası erleri örneği dimdik bekliyordu.

Müdür Şahap Akıllıoğlu, onları konuğuna tanıttı:
“Bu öğrencilerimiz, okulumuzun üç yüz öğrencisi tarafından seçilmişlerdir” dedi. “Onların görevi sizi, arkadaşları adına görmektir.”

Zeki Müren boş bulundu, elini çocuklara doğru uzattı, fakat… Eli havada kaldı. Kendini birden toparladı ve havada duran elini haldırdı çocukların başlarına götürdü, tek tek beşini de okşadı.
“Nasılsınız bakalım, çocuklar?” dedi. “Kim bilir bugün bana ne zor sorular soracaksınız, değil mi?”
Kimi sekiz, kimi dokuz, belki on yaşlarındaki çocuklar, Zeki Müren’e soru sormak yerine, ondan bir istekte bulundular:

Bahçede ve koridorlarda ise, bir saatten bu yana değil bir öğrenci, bir okul görevlisi bile görünmüyordu. Okulunun bu büyük konuğunu Müdür Şahap Akıllıoğlu, bahçe kapısında karşıladı. Akıllıoğlu, sanatçı Zeki Müren’e müdür kimliğiyle resmen “Hoşgeldiniz” dedikten sonra, çocuklarının davetini içtenlikle kabul eden “İnsan Zeki Müren”e ise, onların “babası” kimliğiyle “teşekkür” etti.

“Biz, arkadaşlarımız adına sizi görmekle görevlendirildik” dediler. “Şimdi bizle konuşurken sesinizden, çok uzun boylu olduğunuzu anladık. Lütfen biraz çömelir misiniz? Çünkü sizi ancak öyle görebiliriz.”
Zeki Müren, Richter ölçeğiyle galiba sekiz şiddetinde bir sarsılmayla bir o yana, bir bu yana gitti, geldi, olduğu yerde. İmdat istercesine bir çaresizlikle Müdür Şahap Akıllıoğlu’ya baktı ve eliyle onun, “Lütfen çömeliniz” işareti yaptığını görünce, olduğu yerde çömeliverdi.

Sonra da, “Evet, çömeldim işte yavrularım” dedi. “Şimdi rahatça görebilirsiniz beni…” Çocuklardan biri, iki elini birden uzattı, parmaklarının uçlarını Zeki Müren’in yanaklarında dolaştırmaya başladı. Önce elmacık kemiklerini, göz çukurlarını yokladı, sonra da parmak uçlarını alnının, burnunun üstünde, çenesinin çevresinde dolaştırdı ve… Sıra saçlarına geldiğinde ise parmak uçlarını, konuğunun özenle taranmış saçlarında gezdirdi, tek telini bile bozmadan…

Sonra da, heyecanını frenleyemedi, bir sevinç coşkusuyla haykırdı:
“Sizi gördüm, sizi gördüm” dedi Zeki Müren’e. Ve aynı coşkuyla gerisini de getirdi heyecanının:
“Sesiniz gibi, yüzünüz de çok güzelmiş, siz de çok güzelmişsiniz..”
Arkadaşının “işi”nin tamamlandığını anlayan sıradaki kız öğrenci, onu kolundan tutup, geri çekti:
“Madem gördün, kenara git biraz” dedi. “Şimdi sıra bende… Ben de göreceğim.”

Ve bu kez, o kız çocuğun parmak uçları dolaşmaya başladı Zeki Müren’in yüzünün her milimetre kareciğinde.
Çocukcağızın yalnızca elleri ve hatta bedeni değil, sesi de titriyordu heyecandan:
“Ay, ay…” dedi birkaç kez ve daha fazla frenleyemedi “ay, ay..”larını:
“Ay, sahiden çok güzelmişsiniz” dedi. “Sahiden de çok güzelmişsiniz, çok çok güzelsiniz…”
Zeki Müren’i yüzünde dolaştırdığı parmak uçlarının “gördüğü” her yeni bölge, onda yeni yeni heyecanlar, coşkular yaratıyordu. Ve “gördüğü” her yeni bölgede bu heyecanını yüksek sesle dile getiriyordu:
“Ay… Burnu da çok güzelmiş… Dudakları da öyle… Çenesi de çok güzel…”

O bunları söylerken sıradaki öteki arkadaşı sabredemedi, biri Zeki Müren’in yüzünü “görürken”, öteki kız çocuk ellerini uzattı, Zeki Müren’i, saçlarından “görmeye” başladı.
Kimi ilkokulda, kimi ortaokulda okuyan bu beş çocuğun beşi de, parmaklarının uçlarıyla Zeki Müren’i gördükten sonra, müdürden aldıkları izinle odadan çıktılar, konser salonunda, arkadaşlarının arasındaki yerlerini aldılar.
Yaşamında ilk kez karşılaştığı böylesi bir olay, Zeki Müren’i “tarifsiz kederlere boğmuştu.”
Bir söz söylense, gözlerinden oluk oluk yaşlar boşalacak; bir dokunan olsa, orada, olduğu yerde yığılıp kalacaktı.
“Haydi biz de gidelim çocuklara” dedi ve… Kendisine yol gösterilmesini beklemeden, odanın kapısına doğru yürüdü.

Ankara Körler Okulu’nun “Türk Sanat Müziği saz heyeti”, kendi de bir görme engelli olan müzik öğretmeninin dışında, tümüyle okulun öğrencilerinden oluşuyordu.

O müzik öğretmeni çocuklara yeni yeni “eser”ler öğretmekle kalmıyor, müziğe istekli görme engelli öğrencileri de yetiştiriyor, onları da birer “eser” yapıyordu.

Zeki Müren’in konser salonuna girdiğini gören değil, onun salona girdiği kendilerine fısıltıyla haber verilen sahnedeki bu “eserler topluluğu”nun bireyleri, birden ayağa fırladılar ve…

Türk müziği tarihindeki yerini çok öncelerden alan “Zeki Müren klasiklerinden birini, “Manolya”yı çalmaya başladılar.

Aynı anda salondaki tüm öğrenciler de ayağa kalktılar ve… Bir anda oluşturdukları üç yüz kişilik korolarıyla sahnedeki müziğe eşlik ederek, profesyonelleri bile gölgede bırakan bir düzen içinde, “Manolya”yı söylemeye başladılar.
“Uzun yıllar bekledim / Hakikat oldu rüyam / Koklamaya kıyama /Benim güzel manolyam” dizeleri, bir şarkıyı sözlendirmekten çok, yılla biri mi bir Zeki Müren sevgisinin yüksek sesle ilanı olarak yükseliyordu o an, orada…
Zeki Müren, bu sevgi çağlayanının içinden adım adım geçerek çıktı sahneye. Önce, “Manolya”nın devamını dinledi… Sonra da, o şarkının bitmesiyle başlayan üç yüz çift minik avucun içtenlikli alkışının akışına bıraktı kendini. Daha sonra da, böylesi sevgileri nedeniyle teşekkür üstüne teşekkür ettiği öğrencilerin, nefes bile almamacasına bir dikkatle ve hayranlıkla dinledikleri konuşmasına başladı.

Sıra sorular ve yanıtlar bölümüne geldiğinde ise öğrenciler, kendilerinden beklenilen bir düzen içinde tek tek sordular sorularını.

Zeki Müren, soruların tümün tane tane yanıtlamaya çalışıyordu ama… Kendisine soru sormak içi ayağa kalkan her çocuğu dinlerken birkaç kez yutkunuyor, zaman zaman da alt dudağını ısırıyordu. Her soruya verdiği yanıtta ise sesi, bira daha, biraz daha titrekleşiyordu.
Soru sorma sırası, sapsarı saçlarının örgüleri omuzlarından önüne sarkan, masmavi gözlerinin görmediklerine inanmak istemeyeceğiniz, sekiz ya da dokuz yaşlarında, güzeli güzeli bir kız çocuğa gelmişti.
Sorusunu sormak üzere kendisine söz verildiğinde o sapsarı saçlı, masmavi gözlü çocuk, sor sormak yerine bir istekte bulundu Zeki Müren’den:

“Sizi akşamları radyodan, kim zaman da plaklardan dinliyoruz hep” dedi. “Akşamları, radyodaki şarkı programlarınızdan birin ‘Sevmiyorum Seni Artık, Gözlerimi Ver’ şarkısını söylerken, bizi düşünür müsünüz, lüften? Biz de o akşam radyoda sizin o şarkıyı söylediğinizi duyunca, ‘Zeki Müren şimdi bizi düşünüyor’ diyerek sizi düşünürüz. O zaman aynı dakikalarda siz bizi düşünmüş olursunuz, biz de sizi düşünmüş oluruz…”

Çocuğun söyledikleri burada bitmişti ama, aynı noktada Zeki Müren’in de dayanma gücü bitmişti.

O dakikaya kadar kimi zaman yutkunarak, kimi zaman dudağını ısırarak tutabilmeye çalıştığı gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Adları ister fren olsun, ister halat olsun, yeryüzünün hiçbir kuvveti, o andan sonra onun gözyaşlarını tutabilmesine yetmedi. Zeki Müren’in yüreğinde iki saatten buyana biriken gözyaşlarının tümü birden, kapakları kaldırılmış baraj duvarlarından fışkıran sular örneği gözlerinden boşaldılar, yatağından taşıp başıbozuk sel sularına dönüşüveren dereler, dereler, dereler örneği, yanaklarından taşarcasına akmaya başladılar.
Kendini biraz toparlayabildiğine inandığı an konuşmaya çalıştı ama…

Yalnızca, “Söz veriyorum yavrucuğum… O şarkıyı söylediğim her zaman…” diyebildi ve… Önce bir süre sustu, yere baktı, ayakkabılarına baktı, başını kaldırdı, salonun tavanına baktı, sonra hepsinden vazgeçti, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Artık saklayacak birşeyi kalmamıştı. Konuşmasını, hüngür hüngür ağlayarak sürdürdü: “Hepinize söz veriyorum yavrularım” dedi. “O şarkıyı bundan sonra söylediğim her zaman burayı, sizi, tek tek hepinizi düşüneceğim… Söz veriyorum… Hepinize söz veriyorum… O şarkıyı ne zaman söylersem, o an hep sizi düşüneceğim… Söz veriyorum…”
Sonra da, yine içini çeke çeke ağlayarak, çocuklardan kendisi de bir söz istedi: “Ben şimdi o şarkıyı burada sizin için söyleyeceğim” dedi. “Ben de sizden bir söz istiyorum. Siz de bundan sonra bu şarkıyı ne zaman duyarsanız, hep beni düşüneceksiniz, söz mü?”

Kocaman bir salon dolusu, gözyaşlarına bulanmış “Söz” geldi çocuklardan.
Zeki Müren, yaşamında belki ilk ve hatta galiba da son kez bir sahnede, müzik eşliğine gerek duymaksızın, yalnızca yüreğinin eşliğinde, şarkısına başladı:

Sevmiyorum seni artık… Gözlerimi geri ver…
Salonun bir o noktasından, bir bu noktasından, bir o yanından, bir bu yanından, sekiz, dokuz, on yaşlan çocuklarının hıçkırıkcıkları yükselip yükselip alçalıyor, sahnede Zeki Müren’in zaman zaman ölçüyü kaçırıp, frenleyemediği hüngür hüngür boşalmaları ise, şarkının bestesine, yeni yeni sesler katıyordu…

Benim Gazetecilik Günlerim Mete Akyol