Nefis mücadelesinde neredeyim, sorusunu kendinize sormuşsunuzdur eminim. Nefsinizle uğraşırken, çekişirken, didişirken siz de benim gibi şaşırıp kalmışsınızdır eminim. Eminim, sizin de mücadele azminiz, maalesef, çoğu zaman dumura uğramıştır.
En zor mücadelenin nefisle yapıldığını bilmeyenimiz yoktur, kanaatindeyim. Bu zorluğu biraz açalım şöyle:
Bir kimsenin kendi öz varlığına, öz benliğine, kişiliğine genel anlamda nefis diyoruz. Bedene ait yeme, içme vb ihtiyaçlarının bütünü de nefis kavramında değerlendiriliyor. Tasavvufî anlamda nefis de ‘Kulun kötü, beğenilmeyen, bayağı ve hayvanî arzuları, huy ve fiilleri, kibir, gazap, kin, haset, hırs, tahammülsüzlük, hasislik, dedi kodu, şehvet, ihtiras, heva ü heves gibi zaafları’ demek.
Öz saygı, kişinin kendine verdiği değer ‘izzet-i nefis’, devamlı isteyen, tatmin olmayan benlik ‘kör nefis’, insanı kötülüğe sürükleyen öfke, hırs, şehvet vb. hâllere, çok zorlayan nefis de ‘nefs-i emmâre’ olarak açıklanıyor literatürde. Özet olarak atasözümüzde ifade bulduğu şekliyle ‘Nefis, cümleden azizdir.’
Hangi anlamda alırsak alalım hepimiz nefsimizle bir yarış, bir imtihan, bir hesap… içerisindeyiz. Bu çerçevede dilimizdeki nefisle ilgili kavramlara şöyle bir bakıverelim şimdi de:
Arzu ve ihtiraslarımıza uyup zaaflarımızın esiri olarak ‘nefsimize uyuyoruz’. Kendimize ait istekleri ön plana alıp tutup tatmin olma yoluna gittikçe dünya nimetlerine, beden hazlarına düşkünlüğümüz daha da artıyor; ‘nefsine düşkün’ birisi olup çıkıveriyoruz böylelikle. Beşeri zaaflara gem vuramıyor, nefsimizi ıslah etme yolunda gerekli gayret ve çabayı gösteremiyor ‘nefis terbiyesi’ni ihmal ediyoruz. Kendimize hoş gelmeyen bir durum veya çok arzuladığımız bir şey karşısında kendimizi tutamıyor, kendimize hâkim olamıyor, ‘nefsimiz yenemiyoruz’.
Bir işi yapmayı veya yapılan bir şeyi kendimiz için onur kırıcı buluyor, kendimize layık görmeyip hazmedemiyor, ‘nefisine yediremiyoruz.’ Canımızın istediği bir şeyden az da olsa tadıp arzumuz kısmen tatmin edemiyor, ‘nefsimizi köreltemiyoruz/nefsini körleyemiyoruz.’ Kendi kendimizle mücadele edip nefsimizin isteklerini önlemeye çalışarak ‘nefis mücadelesi’ içerisinde yaşıyoruz. Canımız istiyor, ‘nefsimiz çekiyor’; işlediğimiz fiiller, yaptığımız işler hususunda kendimizi hesaba çekip ‘nefis muhasebesi’ yapıyoruz.
Kötü huylarımızı ve beşeri isteklerimizi yenmek, zaaflarımızdan vazgeçmek ‘nefsini öldürmek’, pek bize göre değil gibi geliyor.
Kendimizi savunmada, kendimizi korumada ‘Nefis müdafaası/nefs-i müsafaa’da pek başarılı olduğumuz da söylenemez.
Evet, nefis; her zaman, her an, her durumda bizimle beraber, bizi kontrol ediyor, hatta, bize hükmediyor. Nefsimizi günahtan, kötü ahlâktan, fenalıklardan korumak, epey bir zorlaşıyor.
Her şeye rağmen kendi kendimize nefis sevgimizi anlata anlata bitiremiyoruz aslında. Nefsini düşünerek nefsimiz için çalışmak hoş geliyor hepimize. Nefsimize uyduğumuzda haktan hakikatten ne kadar uzaklaştığımızı kontrol etmek dahi zor geliyor bize.
‘En şiddetli düşmanın, nefsindir.’ Hadis-i Şerif’inden hareketle işimizin nefisle ilgili boyutunun epey bir zor olduğu aşikârdır. Sonucun güzelliğini biliriz bilmesin de nefsimize hâkim olmak kolay değildir. Nefsimize sahip olabilmekte, en çok da nefsimizi faydası olmayan şeylerden uzak tutmakta zorlanırız.
Nefsimize hâkim olmak, kendimize karşı kazandığımız bir zaferdir. İşin en güzel hakka uymak, haddi aşmamak, nefse yenik düşmemek. Ne bir eksik ne bir fazla; sadece nefis hakkı kadar, nefis hakkı kadar….
Ne yapalım ‘Nefsim şeker istiyor ama hekim, perhiz diyor.’ işte.
Muhubbî mahlası ile yazan Kanuni Sultan Süleyman (1495-1566), bakın ne diyor nefis için:
Bilmedim ahvalimi gerçi ne hâl üstündedir
Şol kadar bildim nefs ile cidal üstündedir.
Mevlânâ, Mesnevi’nin beşinci cildinde ‘Öküzün Hâli’ kıssasında bakın nasıl anlatıyor nefisi:
“Dünyada yemyeşil bir ada vardı. O adada obur bir öküz yaşıyordu. Sabahtan akşama kadar adadaki bütün otları yer bitirir, doyar, semirir, şişmanlardı.
Gece oldu mu bir kenara çekilir “Yarın ne yiyeceğim?” diye düşünür, bu düşünceyle üzülür kederlenir, sabaha kadar üzüntüsünden zayıflar iğne ipliğe dönerdi.
Sabah olunca yeniden yazıda yemyeşil otları yemeye başlar, akşama kadar bütün otları yer, doyar, şişmanlardı.
Akşam olunca yeniden “Yarın ne yiyeceğim?” kaygısından sabaha kadar üzülür, yeniden zayıflardı.
Bu, böyle sürüp giderdi.”